İsviçre Basel’de politik mücadele yürüten bastA!, Suruç mahkemesinde dayanışma için bizlerleydi. Tanıklık ettikleri mahkeme sürecine dair gözlemlerinin çevirisini sizlerle paylaşıyoruz.
17-22 Mayıs tarihleri arasında heyet olarak Türkiye ve Kürdistan’a gittik: İstanbul’da Cumartesi İnsanları’nı ziyaret ettik, Suruç aileleriyle buluştuk ve son olarak Temmuz 2015’teki Suruç Katliamı’na ilişkin davanın Urfa Mahkemesi’nde görülen 6. duruşmasını izledik.
Suruç ailelerinin hikayelerinden ve aktarımlarından derinden etkilendik. Siyasi bir strateji olarak faillerin ve kurbanların yerlerinin değiştirilmesiyle defalarca karşılaştık. Bu strateji mağdurları susturan, failleri koruyan bir strateji. Bununla sıkça karşılaştığımız başka bir alan ise cinsel şiddet vakaları. Bu paralel durum, burjuva devletlerin aynı zamanda erkek egemen devletler olması ile daha iyi açıklanabilir. Burjuva devletlerin ellerinde şiddet araçları var ve etraflarını da erkek egemen bir kültür çevreliyor, dolayısıyla bu ortamda yalnızca bu kültürün izin verdikleri ifade edilebiliyor. Faşizme yönelik eleştirel araştırmalar, burjuva devletlerin faşizme karşı koruma sağlamadığını da defalarca göstermektedir. Aksine, şiddet ve tahakkümün burjuva devletlerde zaten derinden kök salmış olması nedeniyle, faşizme doğru eğilim genellikle yalnızca kademeli bir değişimdir.
Burjuva devletler güç kullanma tekeline sahiptir. Demokrasiler; tankları, tabancaları, copları, göz yaşartıcı gaz bombaları, mahkemeleri ve hapishanelerini kendi halklarını korudukları iddiası ile meşrulaştırıyorlar. Peki yönetenleri kim kontrol ediyor? Yolculuğumuz boyunca karşılaştığımız üç vaka (Cumartesi İnsanları, Kobanê Davası ve Suruç Katliamı) bize yalnızca devletin yalnızca güç kullanımındaki ihmallerini değil, gücün sistematik bir şekilde kötüye kullanıldığını gösteriyor.
“Kobanê’yi beraber savunduk, beraber inşa ediyoruz”
Kobanê zaferini çok iyi hatırlıyorum. Solda iyimser bir ruhu vardı. Büyük eylemler oluyordu ve pek çok kişi bu devrimin parçası olmak istiyordu. SGDF kampanyası aynı zamanda Avrupa’daki pek çok sosyalist, anarşist ve antifaşistin de kalbini harekete geçirdi. Bizi harekete geçiren sadece IŞİD’e karşı kazanılan zafer değil, aynı zamanda farklı bir topluma duyulan özlemdi ve birdenbire bu mümkün göründü. Bu açıdan SGDF kampanyası, her yerde bir nebze insani yardımın ötesine geçerek cevaplanamamış bir özlemle karşılandı. Umut uyandırdı.
“Dünyada hiçbir şey zamanı gelmiş bir fikir kadar güçlü değildir.” diyor Victor Hugo. Hiçbir burjuva devletinin, insanların arkadaşça özgürlük ve kardeşlik içinde yaşadığı, aşağıdan yukarıya inşa ettiği farklı bir toplumda bir çıkarı yoktur. Bu deneyime komşu olan Türkiye’nin de bu inşadan bir çıkarı yoktur. Ancak bu devrim ve Suruç’taki geniş dayanışma hareketi sonucunda yaşananlar, bir devletin güç kullanma tekelini meşrulaştırabilmesini sağlayan burjuva ahlakının bile ötesine geçiyor.
Türkiye’nin MİT gizli servisi için muazzam bir bütçesi var. Orta Doğu Forumu’na göre 2024 bütçesi yüzde 126 artırılarak 14,4 milyar liraya çıkarıldı. Türk gizli servisinin kaynakları ve çalışma yöntemleri göz önüne alındığında, Türk devletinin planlanan katliamdan haberi olmaması temelde şaşırtıcı olurdu. Nitekim avukatların ve Suruç ailelerinin mahkemede delil olarak sundukları araştırmalar da bunu kanıtlayabilir. Eski başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “Terörle mücadelede eski defterler açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz.” açıklaması, katliamda hükümetin parmağı olduğuna işaret ediyor. Davutoğlu, mahkemede tanık olarak konunun aydınlatılmasına katkıda bulunabilir. Telefon bağlantısı verileri ve suç ortağı Yakup Şahin’in cezaevi ziyaretlerinin listesi de bilgi sağlayabilir. Katliam günü saldırı yerinin görüntülerini çekerken halk tarafından yakalanan ve çantasından IŞİD bayrağı çıkan, cami imamı Abdullah Ömer Aslan’ın katliama dahiliyeti ile ilgili sorgulanması gerekmektedir. Ayrıca saldırganların kullandığı düşünülen, Aslan’ın görev yaptığı caminin kamera görüntüleri de izlenmelidir.
Bunun yerine mahkemeler dokuz yıl boyunca bu delilleri araştırmayı ve delil toplanması taleplerini reddediyor. Mahkemede halihazırda yüzlerce kişinin hayatına mal olan engelleme ve inkar stratejisi hakim. Failler serbest kalırken katliamdan sağ kalanlar ve yakınları, şiddetin tanınmasını ve bununla mücadele konusunda tutarlı bir yaklaşımı talep ettikleri için tacize ve polis şiddetine maruz kalıyor. 64 yaşındaki Besna Erol, oğlu Evrim Deniz Erol’un cenazesinde şunları söyledi: “Katil Erdoğan’dır. Elinde oğlumun kanı var.” ve 7,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Biz de 20 Mayıs’ta Suruç Aileleri’nin nöbetine katıldık. Nöbete katılanlara karşı bir gözdağı olarak orada bulunan herkese karşılık bir polis ve onlarca çevik kuvvet aracı yığılmıştı.
Oysa başvuruların kayıt altına alınması ve delil olarak incelenmesi yoluyla devletin suç ortaklığı açıkça ispatlanabilir veya çürütülebilir. Mahkemenin bu konudaki isteksizliği ve Suruç ailelerine gözdağı verme çabaları, fail ve mağdur ilişkisinin tersine çevrilmesi yönündeki siyasi stratejiyi apaçık göstermektedir. Aileler “Suruç için Adalet, Herkes için Adalet!” sloganıyla eylem yapmakta haklı çünkü Suruç münferit bir vaka değil. Yalnızca hayatta kalanların yaşadığı baskı ile de sınırlı değil. Uygulanan strateji Kobanê davasındaki sanıklar için de geçerli. Ölümlere sebep olan vur emrini veren HDP’nin yürütme kurulu değil, devlet yetkilileriydi. Sonuçta katledilen 46 kişiden 34’ü HDP’li ya da destekçisiydi ve amaçları Kobanê’deki kardeşleriyle dayanışmaktı. Ancak davada verilen 407 yıl hapis cezası, katilleri değil uluslararası dayanışma ve IŞİD suçlularına karşı mücadele çağrısında bulunanları hedef alıyor.
Bu şekilde birçok kişinin hikayesi birbirine bağlanır. Ve böylece pek çok kişi, özellikle daha iyi bir dünya için verilen dayanışma mücadelesinde birbirine bağlı kalıyor. Komünist Manifesto’da Karl Marx ve Friedrich Engels şöyle diyor: “Şimdiye kadar var olan tüm toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir… ancak bu tarih ancak şimdi proletarya tarafından sona erdirilecektir.”
Dolayısıyla insanlık tarihi, sonunda “…insanın aşağılanmış, köleleştirilmiş, terk edilmiş, aşağılık bir varlık olduğu tüm koşullar […] devrilene” kadar bir direniş tarihi olarak anlaşılmalı ve yazılmalıdır.