Haliç Üniversitesi’nde süregelen öğrenci protestoları sosyal medyada günlerdir konuşuluyor. Bir hiçi protesto eden, hedefi, amacı, güzergahı olmayan hareketlilik, üzerinde yalnızca “Atatürk” yazılı ya da dizi repliklerinden hallice dövizlerle süren eylem gençlikteki siyasal değişimlerin okunmasına olanak sağlıyor. “Eylemek ne demektir?”, “Eylemci kimdir?” sorularının cevaplarının bugün nasıl da yamultulmuş olduğunu gösteriyor ve soruyu Haliç Üniversitesi bahçesinden alıp hepimize soruyor. Yeni faşist hareketlerin gençliğin mücadele temellerini ve tarzını nasıl etkilediğini gösteriyor. Bu bakımdan döviz tutan öğrencilerin taleplerini, tarzları sebebiyle hakir görerek görmezden gelmek niyetinde değil, yeni faşist hareketlerin yarattığı tespitinde olduğumuz bu yeni, mücadeleci- muhalif genç profilini eleştirmek niyetindeyiz. Aksi toplumsallıktan koparılmış “gençlik içinde söz dalaşı” olacaktır. Oysa biz neyin nereden kaynaklandığını anlamak sorumluluğundayız.
İşte bu yeni “mücadele öznesi” tam da bizim tartışmaya başladığımız bu noktada ayrılıyor, hiçbir şeyi protesto eder hale geliyor. Sınıfsal herhangi bir zemini reddederek kendini kendi beyanı ile var eden, “mücadelede kendimi nasıl konumlandırıyorsam oyum”cu, ezilenlere karşı sorumluluk bilinci değil kendini görünür kılma tasasının yönettiği, hedefsiz ve biçimsiz yeni bir muhalif gençlik yaratılıyor.
Eğer kendine dönük bir hak gasbından, ezilme, sömürülüyor olmaktan yaka silkmiş ya da basitçe çevrede süregiden düzenden memnun olmayan bir gençsek buna karşı mücadelede nerede ve nasıl konumlanacağımızı tayin etmek için bazı temel sorular önümüze çıkar. İlki, “Neden bunu yaşıyorum? Neden ben yaşıyorum?” sorgusudur. Yeni faşist hareketler başta bu temeli sarsarak başlıyor. Özünde sınıfsal, ulusal, cinsel ezilmişlik barındıran ve egemene dönmesi gereken öfkeyi, ezileni tüm sınıfsal bağlamından kopararak ele alıyor, düzenin içinde yıkıcı olmayan bir yerde konumlandırıyor, mücadeleye başlayacağı noktanın burası olduğunu söylüyor. Böylece denklemin diğer ayağı olan “Peki kime karşı mücadele edeceğiz?” sorusunun cevabı olmaktan da egemenleri böylece kurtarıyor. Sınıfsal çelişkileri olmayan, toplumsal değil bireysel olarak hareket eden, kendini nasıl var etmek isterse onu söyleyen (ve kabul edilmesini bekleyen), neredeyse havada öylece süzülen bir gençlik kitlesi böylece yaratılıyor. Haliç Üniversitesi öğrencileri ilk gün yaptıkları basın açıklamasına işte böylece şöyle başlıyorlar: “Ne sağdan ne soldan ne ortadan öğrenciler olarak durduğumuz yerden konuşuyoruz.” Bu ifade ne anlama geliyor? Bir hak talebi dizisinin “ne sağdan ne soldan ne ortadan” yükseltilmemesi mümkün müdür? Bu ifade, tarafsızlığı ve bağımsızlığı en yüce değer olarak gören; safı olmayı, kendi safında mücadele etmeyi dışlayan, safı olanı ise mücadele dışında gören, safların değil kişilerin isteklerinin, şahsi uğraşlarının en kıymetli olan olduğu yamultulmuş bir mücadele anlayışının ürünü. Oysa taleplerini sıralayan üniversiteliler ne yaparlarsa yapsınlar onların safları belli, kendi dillendirdiklerinin nesnel bir gerçekliği değiştirmiyor. “Hiçbir safta değilim” dediğimizde mücadelede sınıfsal konumlanışımız ve yamultulmuş ezilme nedenlerimiz değişmiyor. Şimdi bunu, en iyi, açıklamanın devamında göreceğiz.
Öğrenciler devam ediyor: “Kampüsümüzü bizler için yaşanmaz kılarak vekil çocuklarına düğün ve eğlence mekanı haline getirenler kampüsümüzden gidecektir. Türkiyeli rektör Türk gençliğinin sorunlarını anlamaktan belli ki uzaktır.” İşte havada süzülen, tarafsız ve pirüpak yeni faşist hareketlerin tanımladığı mücadele öznesi böylece sahneye çıkıyor: Türk gençliği! Ezilmesinin ve taleplerinin zemini mazlum Türklüğü olan, rektörü de açıklamalarda Türkiyeli dediği için hedef tahtasına koyan, böylece hiçbir şeyi protesto eden ve bu düzenden birkaç alkış ve sosyal medya hırgürü sonrası kazanımsız, eli boş dönmeye mahkum edilen gençlik kitleleri gerçeği ile karşılaşıyoruz.
Şimdi sorumuzu bir de biz cevaplamaya çalışalım: “Haliç Üniversitesi öğrencileri bu sorunları neden yaşıyor?” Haliç Üniversitesi devletin üniversite eğitimini sermaye kapısı haline getirme amacıyla açılmış, sahibi inşaat patronu olan özel bir üniversite. Üniversitede eğitim faaliyeti adı altında kara para aklandığı, gelir-gider kalemi paravan bir şirketmişcesine işletildiği için defalarca kayyum atandı, kapısına bir yıl kilit vuruldu. Ama sonrasında üniversitelilerin umutlarını satın almak daha karlı gelmiş olacak ki yeniden “eğitime” başlatıldı. Bu Haliç Üniversitesi’nin adını yakın zamanda ilk duyuşumuz da değil, Eylül döneminde dönem açılırken burslu öğrencilere yapılan ağır zamlardan kaynaklı gündeme gelmiş, kapısında basın açıklamaları yapılmış, zamların geri çekilmesi talep edilmişti. Haberlere kızını, oğlunu zar zor çalışarak okutmaya çalıştığını, zam gelirse okutamayacağını anlatan emekçi veliler yansıyordu. Bugün ise çoğunluğu burslu olan öğrencilere okulda hiçbir iyileştirme, tadilat yapmayarak yaşanamaz kılan Rektörlük, konu vekil çocukları olduğunda okulu düğün salonu olarak kiralıyor, para kokusunu aldığı her alanda burslulara kapanan kampüs kapıları ardına kadar açılıyor. Yani Haliç Üniversitesi öğrencileri Türk oldukları için ezilmiyor, Rektör de Türkiyeli olduğu için talepleri yok saymıyor. Öğrenciler geleceğe dair ümitleri üç-beş senede bir kapatılan, niteliksiz, paravan bir üniversitede harcandığı için ve hayatta kalmak, yaşamak için bu düzende onu bile bitirmek dayatıldığı için eziliyor. Öğrenciler emekçilerin çocukları oldukları için eziliyor, Rektörlük inşaat patronu üniversite sahibinin temsilcisi olduğu için talepleri karşılamıyor. Bu denklemi sınıfsal olarak ortaya koymadığımız hiçbir noktada var olan mücadelenin sonuç alıcı olma ihtimali yoktur, yaşam gerçekliği ile buluşmaya değil sosyal medyada kaydırılarak unutulmaya yazgılıdır. Sorularımızın cevaplarını yamultarak verecek olursak mücadele içinde kullanacağımız araç biçimleri de işlevsizleştirmiş, reddediyor olunsa da karşı safa karşı etkisizleşmiş oluruz. Nitekim kampüste yaşanan da tam bu. Haliç Üniversitesi’nde öğrenciler laboratuvar olanakları, sosyalleşme alanları, ulaşım için ringler, spor ve kültür hizmetlerinde iyileştirme talep ediyor. Akademik kadroda iyileştirmeler istiyor, nitelikli bir eğitim talebini yükseltiyor. Üniversite kampüsü içerisinde bulunan kız yurdunda devam eden uyuz ve sıtma salgını var. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda değil, 2024 yılında bir özel üniversite yurt odasındayız ve sıtma salgını için hijyenik müdahale talep edilmek zorunda kalınıyor. Peki yeni faşist hareketlerin karakterize ettiği mücadele bizi nereye götürüyor? Rektörlük önünde “Sağlıklı barınmak istiyoruz. Erdoğan’a binlerce inşaat yapan üniversite patronu burslu öğrenciye sağlıklı bir yurt binası ile vermiyor!” demeye mi? Hayır, yurt önüne Andımız okumaya götürüyor. Alandaki öğrencilere sorular yöneltildiğinde “Türkiye Cumhuriyeti’nde Türklüğü korumaya çalıştıklarını” söylüyorlar. Bugün Türk ulusunun sömürgeci egemenliğinin en şiddetli biçimlerde sürdürüldüğü bu topraklarda Türklük korunmaya muhtaç mıdır?
Amaç sıtmaya karşı Türklüğünü haykırarak direncini kırmaya çalışmak olsa gerek, kulağa gülünç gelse de işte yeni öznenin ve hattın en sade çıktısı. En önemlisi de esasında işçi sınıfının çocuklarının sorunları bu temelde değil Türk çocuklarınınki olarak ortaya konulursa inşaat patronu da en büyük müşterisi iktidar da hedefleşmeyecek, gaz alınarak denklemden kendini sıyıracaktır. Nitekim karşılaştığımız tablo da tam olarak bunu gösteriyor. Öğrenciler tonca haklı ve yakıcı talepleri için hiç kimseyi protesto etmiyor. Dövizlerin, yürüyüşlerin, sloganların hiçbir muhatabı yok, bir öfke boşaltımının ötesine geçememeye bu protestolar böylece mahkum ediliyor. Öğrenciler bahar şenliğine karşı duruyorlar, şenliklerini tekrar istiyorlar, “Gazze için iptal ettik” diyen Rektörlük açıklamasını kabul etmiyorlar, sonuç olarak “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganları ile yanıt oluyorlar. Oysa Rektörlük bu açıklama ile şenlik sayesinde topluca yan yana gelecek öfkeli bir öğrenci kitlesinin önünü almak istiyor, siyonist şirketlerle milyarlarca dolarlık inşaat anlaşmaları sürerken timsah gözyaşlarını bu sayede gösteriş için döküyor. Geçen hafta kampüsteki milletvekili oğlunun düğün eğlencesinde “laiklik” pekala para verildiğinde uygulanıyormuş gibi görünüyor. Bunu böyle değerlendirmeyen bir yamultulmuş siyasi bilinç ona tepki olarak rejim bakımından hiçbir tehlike arz etmeyen, zaten olağan bir sloganla yanıt oluyor.
“Ne sağda ne solda” olmaya geri dönelim, öğrenciler tehditlerin son bulmasını, okula barikatlarla polislerin yığılmasının bitirilmesini istiyor. Rektörlüğün, “Türk devletinin görevi başındaki ahlaklı polisi”nin, onu koruyan ve öğrencileri hedef gösteren medyasının safı ne kadar da belli, oysa ki değil mi? Karşımıza barikat kurulurken tarafsızlık safsatadan başka bir şey değildir. Safımızı söylemler değil barikatın hangi tarafında durduğumuz belirler. Haliç Üniversitesi öğrencileri ne kadar istemese de bu bakımdan “solda durmak” zorundadırlar, taleplerinin hedefi ve sınıfsal gerçekleri onları barikatı yıkacak şiarları üretmesi gereken tarafa koymaktadır. Eğer talepleri gerçekleştirmek istiyorsak pirüpak öğrenciler olmamıza bugün rejimin kendisi tarafından işte böyle izin verilmemektedir.
Haliç Üniversitesi Rektörlüğü öğrenci temsil hakkını kabul etmiyor, öğrenci heyeti oluşturulmasına izin vermiyor, seçimle göreve gelmelerini kabul etmiyor. Sosyal etkinlikleri yasaklıyor, kulüp çalışmalarını engelliyor, kendi safının süzgecinden geçirerek ancak gerçekleşmesine müsaade ediyor. Yaşam bize mücadele safımızı, sorulara yanıt vermeye gerek kalmadan kendisi gösteriyor. Biz barikatın engellenen, kendi için bir tane temsilcilik oyu bile veremeyen, kulübünde etkinlik bile yapamayan tarafıyız. Mazlum Türklükten değil, okulda kendi tahakkümü ile fabrika işletir gibi kâr elde etmek isteyen sermaye tipi üniversite sahiplerinin kâr malzemesi olduğumuz için.
Burada görülen o ki Haliç Üniversitesi öğrencilerinin sorunları aslında saymakla bitmiyor. Bu sorunları gündem etmeden sadece kitlenin eyleyiş tarzı ile dalga geçerek yol alınamayacağı, sorunların öğrenci gençliğin en temel sorunlarından olduğu gün gibi açık ve mücadele rotasını sorulara doğru cevaplar vererek, sınıf gerçekliği ile buluşturarak yeni faşist hareketlerin etki sahasını kıramazsak çözümsüzlüğe mahkum olacağımız da. Açıklamanın sonunda bu siyasal yamulma ve muhalif gençlerin egemenlere karşı saflaşmamasındaki en büyük aparat kendini ortaya çıkarıyor: “Ümit Özdağ’a ve destek veren Zafer Partisi Gençlik Teşkilatlarına destekleri için teşekkür ediyoruz.” İnşaat patronlarının, uyuzlu yurtlara mahkum eden rektörlerin üzerinde yürümesin de protesto Türk gençliği vurgusu ile bolca alkış alarak sosyalleşme aktivitesi olmaya sıkışsın, gençlik düzene karşı öfkesini hiç kimseye karşı da olsa kusmanın rahatlığıyla uyuyabilsin diye büyük sorumluluk alan Zafer Partisi bizleri karşılıyor. Zafer Partisi ve onda cisimleşen yeni faşist hareket gerçekliği özünde düzenle saflaşma eğilimi olan, devrimcilerle buluşabilecek olan öfkeyi düzenin dümenine yeniden sokuyor. Bunu da gençliğe sancısız, hafif, zorluktan uzak bir taze mücadele formülasyonunda sunuyor. Haliç Üniversitesi öğrencileri gerçek bir politik özgürlük sorunu ile karşı karşıya, politik özgürlüklerinin özlemi ile okul bahçesini dolduruyorlar. Yurtlara yeterli bütçe ayrılmamasının bir örneğini deneyimliyorlar. Tüm bu zenginlerden yükselen tepki, üniversiteli gençlik hareketinin bir halkası haline gelebilecekken Ümit Özdağ twitter profilinin bol etkileşimli paylaşımına dönüşüyorlar.
Bunu bu politik etki sahası dahilinde ele almazsak öğrencilerin tarzının nedenini kavrayamaz ve kendimizi tatmin için “Eylem nasıl yapılır biz biliyoruz” kibrinde kavrulmaya düşeriz. Yeni faşist hareketlerin kitle tabanı yakaladığı ve toplumsal gelişmelere dahil olduğu noktaların ezilenlerin en temel çelişkilerinden esasen beslendiği gerçekliğini unutmamalıyız. Eğer sorularımızı doğru cevaplayanlar isek Haliç Üniversitesi öğrencilerinin taleplerine ses verme sorumluluğunu almalıyız; gençlik hareketinde yeni beliren muhalif, Türkçü, ırkçı bu damarın işçi sınıfının yoksullaşma krizi başta olmak üzere yaşadığı çelişkilerden kökünü aldığını unutmamalıyız. Bir hiçi protesto eden kitleleri ancak ezilenlerin sınıf bilinçli mücadele rotasına bu değerlendirmeye tabi tutarak sokabiliriz. Gösteri için bir hiçin protesto edilmesine, mücadeleciliğin gereksizleştirilmesine ve saflaşmanın yuhalanmasına karşı gençliğin sorunlarını toplumsallığıyla kavratmak ve özgürlük özlemini toplumsallıkla, onun içinde saflaşarak kazanabileceğini işaret etmeye devam etmek zorundayız. Bu söz konusu “dayanılmaz” hafifliği, bedelsiz ve sıkıntısız yürüyüşü elbet ki zedeleyecektir. Kırılganlığı, suya sabuna dokunmamayı, belirsiz sınırları ve safsızlığın bizi eninde sonunda götüreceği egemenlerin saflarını kenara atarak mücadeleye sınıfımızdan yana çizili çizgilerle katılmanın zamanı.